31 Temmuz 2009 Cuma

Haklarını Helal Et Kuper!

Bobby Robson 1990-1992 yılları arasında Hollanda'nın ünlü takımı PSV Eindhoven'ı çalıştırdı, PSV'de başarısız oldu çünkü Hollandalıları anlamayı başaramamıştı.
Başlamadan önce, Robson'ın Hollanda'da başarısız olduğunu belirtmek zorundayım, Kendisi buna katılmayabilir. Ne de olsa PSV'de geçirdiği iki yıl içinde takımı iki kez Hollanda şampiyonu olmuştu. İşte 'anlama' konusundaki ilk hatası da bu zaten. İngiltere'de lig şampiyonluğu, her kulübün elde etmek istediği en önemli ödüldür. Oysa Hollanda'da durum farklıdır. Robson PSV’nin, Hollanda lig şampiyonluğunu olağan bir şey gibi gördüğünü o gelmeden önce de dört yıl içinde üç kez şampiyon olmuşlardı ve onların artık Avrupa'da başarılı olmak istediklerini asla anlayamadı.

1990 Dünya Kupası'nın başlamasından birkaç gün önce İngiltere'deki bol resimli gazetelerden biri, ülkenin ulusal takım menajerinin görevi bırakabileceği haberinin sızması üzerine, “PSV ACEMİ BOBBY’İ ALIYOR!' diye koca bir manşet atmıştı. Hollanda basını da durumdan hoşnut değildi. Profesyonel futbolcular, teknik adamlar ve yöneticiler tarafından okunan ve çok başarılı bir dergi olan Voetbal International’ın (İngiltere'de bir benzerini bilmiyorum) editörü bile. 'Neden Bobby Robson diye yazmıştı: Robson’ı, "Kıta Futbolunu anlayamayacak kadar az taktik dehaya sahip, İngiliz okulunun ürünü tipik bir antrenör" olarak tanımlıyordu.

Hollandahlar'a göre Bobby Robson, dar görüşlü İngilizleri temsil ediyordu. Çok fazla sofistike olmayan uluslararası bir takımı çalıştıran, zaman zaman kumaş bir şapka takan ve sadece tek dil bilen biriydi. (Bir süre Flamanca öğrenmeye çalıştı, ama onda da başarılı olmadı.) Hollanda'ya geldiğinde imajı bir soytarınınkinden farksızdı. Orada kaldığı sürece bunu değiştirmesi de mümkün olmadı.
PSVde, çoğu Hollandalı'nın artık hiçbir şey beklemediği bir futbolcu grubuyla karşılaştı. Bir sezon önce takımda gruplaşmalar başlamış ve futbolcular neredeyse birbirleriyle konuşmaz hale gelmişlerdi. Robson’dan önceki antrenörün işini kaybetmesinin nedeni de buydu. PSV Genel Menajeri Kees Ploegsma, oyuncuları susturacak bir antrenör arıyordu. En akla yatkın tercih de bir Britanyalı olacaktı.
İngilizler’e ait bu sporun bazı kuralları vardı. Eğer bir oyuncu verilen taktiğe karışırsa, "futbolun itibarını zedelemiş' olurdu. Antrenörüyle tartışırsa, başka bir kulübe satılırdı. Asla sırası gelmeden konuşmaz, sadece emekli olur ve parası suyunu çekerse, anılarını The Sun gazetesine satardı. Alex Ferguson, Ryan Giggs'in gazetecilerle konuşmasına izin vermedi ve Manchester Unitedlı futbolcular genelde en çok beş söyleşi yaparlardı Brian Clough, Des Walker ve Stuart Pearce gibi futbolcuları öylesine korkutmuştu ki, bu yıldızlar basınla hiç konuşmazlardı. Bir İngiliz oyuncu, üstlerine itaat ederdi, çünkü o bir askerdi. Hollandalı Ray Atteveld, Everton tarafından denenmek üzere İngiltere'ye gelmeden önce, eski Nottingham Forest ve Tottenhamlı John Metgod’a telefon etmiş ve kendisine tavsiyede bulunmasını istemişti. Metgod da onu kırmamıştı: "Saçını kestir: takım elbise giy ve idmanda sürekli olarak bağır." Everton, Atteveld'i transfer etti!
Bunun aksine, Hollanda'ya gelen yabancıların hepsi ayni keşifte bulunuyordu: "Antrenör o kadar fazla şey söylemez. Konuşan hep futbolcular." Bu sözleri söyleyen, Roda Kerkrade'de oynamak üzere Hollanda'ya gelen ve gördüklerinden ötürü büyük bir şaşkınlık yaşayan, Nijeryalı Ajah Wilson Ogechukwu’ydu. Hollandalı oyuncular konuşmayı severler ve futbol dergilerindeki söyleşileri dört sayfayı bulur. Ülke dışına çıkan Hollandalılar gittikleri yerlerde de konuşmayı sürdürürler, hem de anadillerinde. Antrenörlere taktik ve takım kurulması konularında önerilerde bulunurlar. Milan teknik direktörü Arrigo Sacchi, Ruud Gullit, Frank Rijkaard ve Marco van Basten'in kendisine “yeni fikirler ve görüşler' verdiklerini, 'geleneksel İtalyan düşüncesi ve oyun tarzından çok farklı olan yeni bir futbol tarzının tamamen onlardan kaynaklandığını söylemişti.“(Daha sonra Van Basten, Milan'ın daha da farklı bir tarzda futbol oynaması gerektiğini söyleyince, Sacchi ayrılmak zorunda kalmıştı.) Ama genelde Hollandalılar'ın fikirleri istenmiyordu. John van't Schip, Genoa'ya gelir gelmez antrenörüyle taktik konusunda tartışmaya başlayınca, beş hafta süreyle kadro dışı bırakılmıştı.

Aberdeen'de dört yıl kalan Hans Gillhaus. “Ben kendi fikirlerini söylemekle ün yapan biriyim, ama Britanya’da bundan hoşlanmıyorlar", demişti_ "Orada futbolcu olarak sen sadece bir sırt numarasısın ve sadece patronun söylediklerini yaparsın. Evet, orada antrenöre böyle hitap ediliyor: 'Patron.' Devre arasında veya maçtan sonra antrenörün birkaç oyuncuya küfretmesi adet olmuş. Oyuncuların çoğu buna itiraz etmiyor. Hollandalılar buna direndiği zaman da kavga çıkıyor."
Bütün Hollandalılar'ın en iyisi (ve en inatçısı) olan Johan Cruyff durumu, "Biz Hollandalılar inatçıyız" diye özetlemişti. “Hatta dünyanın öbür ucuna gitsek bile, insanlara nasıl davranmaları gerektiğini söyleriz. Bu açıdan bakıldığında, çok sevimsiz bir ulusuz.”

Belki sevimsiz, ama başarılı. Hollanda futbolu işe yarıyor. Oyuncuların kendileri adına düşünmelerine izin verilirse bütün maçları kazanıyorlar. Son 20 yıl boyunca küçük ülkelerin hiçbiri (büyüklerden de Almanya, Brezilya ve Arjantin dışındakiler) Hollanda kadar çok maç kazanamadı. Hiçbiri onlar kadar mükemmel futbol oynamadı. Bunun en önemli nedeni, Hollanclalılar'ın çok konuşmaları sayesinde futbolu, şu anda oynadıkları gibi oynamaları. Bir oyuncu takımdaki rolünü çok iyi anlamalıdır. Önünde oynayan adamın ne zaman yardımına gideceğini, ne zaman onun yerini alacağını, kendi adamını ne zaman bırakıp topu kovalayacağını bilmek zorundadır. İngiliz futbolcular çocukluklarından beri, İngiliz oyun tarzı olan 4-4-2'yi uygularlar ve bu yüzden de bu sistem hakkında öğrenecekleri pek az şey vardır.
Örneğin 20 yaşına gelen bir İngiliz savunma oyuncusu, rakip takım diğer kanattan hücuma kalktığı zaman, savunmanın ortasında oynayan arkadaşının yerini alması gerektiğini bilir. Sistem çok basittir. Top ayağına gelince, onu rakip savunma arkasındaki boşluğa atacaktır. Eğer rakip pres yapıyorsa ve çok sıkışmışsa rahatlıkla taca ela atabilir. Eğer bir futbolcudan başka bir oyun tarzında oynaması ya da daha zor şeyler yapması istenirse —örneğin topu mutlaka kendi takımında tutması gibi—, onun yeniden bir şeyler öğrenmesi gerekir. Yeni sisteme uygun top oynayarak çok şey öğrenebilir, ama bu kadarı yetmez. Genoa'yı çalıştıran antrenörlerden biri, takıma Ajax gibi total futbol oynatmaya çalışmış ama becerememişti. Van’t Schip şöyle diyordu: "Ajax'ın sistemini uygulamak için önce onu anlamanız ve özellikle de sistem hakkında sürekli konuşmanız gerekir_"
Çok konuşmanın en büyük sakıncası, kişilik uyuşmazlığının ortaya çıkmasıdır. Hollanda 1990'da Dünya Kupası’nı rahatlıkla kazanabilirdi, ama oyuncular kavga etmeyi tercih ettiler. Robson'ın devraldığı PSV takımı da kavgalar yüzünden bölünmüştü: Wim Kieft, Gerald Vanenburg’la, Romairo ise bütün takımla kavgalıydı.
Bütün bunlar Robson için çok yeniydi. İngiliz sisteminde futbolculara tartışma fırsatı hemen hemen hiç verilmez, en ufak bir görüş ayrılığı yoktur. Bu yüzden de dünyadaki en iyi takım- ruhu burada bulunur. 1990 Dünya Kupası'na katılan İngiliz takımı, Robson'ı stoper kullanması konusunda ikna etmiş gibiydi ama bu bile, güçlü Hollanda takımıyla başa çıkmaya yetmiyordu. Teknik direktör Thijs Libregts'in takımı Dünya Kupası'na götürmesine, kadrodakiler tarafından itiraz edilmiş ve zavallı teknik adam hemen kovulmuştu. Diğer ülkelerle aradaki fark, Hollanda işçi sınıfının kültür yapısından kaynaklanıyordu. Hollanda işçi sınıfı tartışmaya çok değer verir. Hepsi Kalvinisttir (hatta Katolik Hollandalılarda bile güçlü Kalvinist özellikler görülür). Calvin inananlara, rahiplere aldırmamalarını, İncil’i kendi kendilerine okumalarını önermişti. Bu yüzden 20 yaşındaki bir Hollandalı futbolcu, kendisinin de gerçeği, antrenörü kadar bilmesi gerektiğini düşünür. İngiliz bakış açısına göre antrenör, antrenördür. Futbolculardan yaşlıdır, tecrübelidir, öyleyse o haklıdır. Bu nedenle Robson, soru yağmuruna tutulduğu zaman, hemen kendi sicilinden ve bu spora kaç yılını verdiğinden söz etmeye başlar.
Bobby Robson, PSV’de 18 ay geçirdikten sonra World Soccer'a, "Buradaki oyuncular taktik konusuyla, nasıl oynadığımız ve ne tür değişiklikler yapabileceğimizle çok daha fazla ilgileniyorlar", demişti. Eindhoven'da kaldığı sürece zamanının büyük bir bölümünü, takımın İngilizlere özgü 4-4-2 sistemiyle oynamasının mı, yoksa oynamamasının mı daha iyi olacağına karar vermeye çalışarak geçirdi ve oyuncular bu tartışmaya balıklama daldılar. Robson’ın davranışını sadece stoper Gica Popescu haklı buluyordu: "Bence futbolcular futbol oynamalı, bunun dışında çenelerini kapamalıdırlar. (Antrenör konuşmalı, biz dinlemeliyiz," Küçük bir ayrıntı: Popescu, Çavuşesku’nun Romanyası'nda büyümüştü.
Robson Voetbal Internatiol’a şöyle demişti: 'Profesyonel bir İngiliz futbolcu, antrenörünün söylediklerini kabul eder. Oysa burada her maçtan sonra yedek oyuncular ziyaretime geliyorlar." John Bosman'ı Montpellier maçında oynatmayınca, Bosman bunu neden yaptığını sormuş, ama Robson sadece, "Futbolcular, ancak antrenör oldukları zaman yedekliğin ne demek olduğunu anlayabilirler", dernekle yetinmiş. Hollandalı futbolcular akla yatkın nedenler talep ederler. İngilizler her zaman ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışırlar, ama Hollandalılar çalıştırıcıyla görüş ayrılığına düşünce, tıpkı 1990 Dünya Kupası'nda yaptıkları gibi somurturlar.
Robson en iyi, PSVnin en “İngiliz” futbolcularıyla anlaşıyordu: Hırslı genç Twan Scheepers ve güçlü fiziğiyle stoper Stan Valckx. Daha sonra Sporting Lizbon'a giderken Valckx'i de yanında götürmüş, hatta Portekizce konuşabilme konusundaki inanılmaz yeteneksizliğine karşın onu takım kaptanı bile yapmıştı. Robson, Scheepers için şöyle diyordu: "Çok güçlü, çok iyi koşuyor, adam markajında çok başarılı ve futbol oynama isteği var. Bunu gözlerinden anlıyorsunuz," Robson, bir futbolcuda ancak bu nitelikleri gördüğü zaman mutlu oluyordu.
Genelde, futbolun tüm özelliklerini, iki ayrı alanın birinden aldığına inanılır; ya sanattan ya da savaştan. Brezilya futboluna `samba ritmi' hakimdir, İngilizlerse 'savaşçı bir ruha' sahiptirler. Robson futbolu her zaman savaşla kıyaslar. Kendisiyle aynı soyadını taşıyan (yalnızca benzerlik) ve İngiltere Ulusal Takımı'nın yıllarca kaptanlığını yapan Bryan Robson için, Herkes Bitkindi (All Played Out) kitabının yazarı Kete Davies'e söylediklerine de değinmeden geçemeyeceğim: 'Takımı en derin sipere bile soksan, dışarı ilk önce onun çıkacağından emin olabilirsin... Hiç düşünmez. Başını çıkaracak olursa alnının ortasına kurşunu yiyeceğini aklına bile getirmez. Aksine, herkese siperden çıkmasını söyler." İsveç'le yapılan bir maçta başı yarılan Terry Butcher'ın, başını sardırarak oyuna devam etmesi Robson'ı çok memnun etmişti. Doktor maçın devre arasında Butcher'ın başına dikiş atarken, o da takımdaki diğer oyunculara, “Kaptanınızın yüzünü kara çıkarmayın!" demişti. Bu olay boyalı basının da çok hoşuna gitmişti: 'SEN KANLI BİR KAHRAMANSlN KAPTAN', Başı yarıldığı halde maça, sadece bir İngiliz futbolcunun devam edeceği inancı hakimdi. Bu doğru olabilir. Hollanda takım doktoru Frits Kessel bu konuyu şöyle açıklıyor: “Asker futbolcuların” acıya, çok becerikli ve bedensel-zihinsel koordinasyona çok daha fazla bağımlı olan süper futbolculardan daha fazla dayanabilirler. Örneğin Marco van Basten'in en ufak bir acıya bile tahammülü yoktur. Eğer herhangi bir sorunu varsa, ondan artık hiçbir şey bekleyemezsiniz. Bunu kendisi de kabul ediyor." İngilizlerin çoğu `asker futbolcu' oldukları için, kafaları kırılsa hile maça devam edebilirler. Robson gibi antrenörler onların bu yiğitliklerine hayrandırlar ve hep bu tür oyuncuları seçerler. Robson'ın İngiliz meslektaşları savaştan, ona oranla biraz daha az söz ederler. 1993'te ABD, İngiltere'yi yendiği zaman takımı Robson'dan devralan Graham Taylor basına, "Bir savaştayız değil mi? Bu savaşta hepimiz omuz omuza vereceğiz", demişti. Doğal olarak Taylor, David Batty ve Chris Waddle'ı seçmeye daha eğilimliydi. Robson'ın, Gazza’yı ulusal takımda oynatmaya istekli olmadığı günlerde söylediği bir şey vardı: "Mutlak şekilde güvenilir biri olmak zorundasınız." Askerlere güvenilir, ama artistlere asla!

PSVli oyuncular hiç durmadan Robson'ın antrenman yöntemlerinden şikayet ediyorlardı. Robson, daha çok koşmaya ve saha içi hareketlerinin tekrarına dayanan “işlevsel antrenmanın” yararlı olduğuna inanıyordu. Bir orta alan oyuncusu topu ileriye atar, bir savunma oyuncusu kanattan hücuma katılarak bu topu alır ve ceza sahasına orta yapar, santrfor da bu ortayı kafayla gole çevirmeye çalışırdı, Fakat bu idman sırasında oyuncuların karşısında rakip olmazdı. İşlevsel antrenman mantıklı olabilirdi belki, ama oyuncular Robson'a daha ilk günden başlayarak kuşkuyla baktıkları için bu idman tarzına gülüyorlardı. Johan Cruyff da Ajax'ı çalışırken futbolculara yeni şeyler yaptırırdı -nasıl nefes alacaklarını öğrenmeleri için sahaya bir operacı getirmişti—, ama Cruyff insanda saygı uyandıran biriydi. PSVde bir yıl süreyle yardımcılığını yapan Danimarkalı Frank Arnesen büyük bir öfkeyle, “Robson’la bir sezon boyunca alay edildi", demişti "Geçmişine bakıldığında, kariyeri onun kadar başarılı olan bir antrenör daha dünyada yoktur. Bu tam Hollandalılara özgü bir davranış. Hollanda inanılmaz derecede hoşgörülü bir ülkedir, ama Hollandalıları başkalarına saygı duyduklarını söylemek mümkün değil”.

Futbolcular ayrıca, Robson'ın idmanlarının çok hafif olduğunu düşünüyorlardı. İngiliz takımları genelde haftada üç maç yaparlar ve bu yüzden birkaç hafif idman onlara yeter de artar bile. Pete Davies kendisine, bu nedenle İngiliz futbolcuların, Rijkaard'ın sahip olduğu becerileri öğrenme şanslarının daha az olduğunu söyleyince. Robson bu görüşe katılmıştı. Yine de idmanların önemli olduğu Hollanda'da her zamanki yöntemlerini degiştirrneye yanaşmamıştı. Bu durum, PSV’ deki ilk sezonunda neredeyse bir felakete neden olacaktı. Sezonun bitmesine iki maç kalmıştı ve PSV'yle Ajax şampiyonluk yarışını omuz omuza sürdürüyorlardı. PSV'nin sondan bir önceki maçı çok zordu, FC Groningen deplasmanına gideceklerdi. Robson, futbolcularının dinlenmeleri gerektiğine karar verdi ve onları birkaç günlüğüne İsrail'e, deniz kıyısında tatil yapmaya götürdü. Takım geri döndüğünde bütün oyuncular dinlenmiş ve bronzlaşmıştı, ama Groningen maçını 4-1 kaybettiler. Robson'ın savunması her zamanki gibiydi: "Ipswich’i çalıştırırken bunu sık sık yapardık ve futbolcular buna bayılırlardı." Neyse ki aynı gün Ajax, hiç beklenmedik bir şekilde alt sıralardaki SVV’ye yenildi de, Robson kellesini kurtardı. PSV'nin şampiyon olması bile, oyuncularda antrenörlerine karşı bir saygı uyandırmamıştı. Son maçtan sonra şampiyonluğu kutlarken, futbolcular menajer Ploegsma'yı havuza attıkları halde, Robson'a ellerini bile sürmediler.

Robson, Hollanda basınını biraz daha iyi anlamış olsaydı, belki onlar onun tarafını tutabilirlerdi. Hollanda’ya ilk geldiği günlerde, gazetecileri etkilememe konusunda kesin kararlıydı. Sekiz yıl boyunca İngiltere Ulusal Takımını çalıştırması ona bazı alışkanlıklar kazandırmıştı. Örneğin PSV’ deki ilk aylarında futbol hakkında kendisine yöneltilen soruları, "Sizi ilgilendirmez', diye yanıtlamıştı. Voetbal Internaional’la yaptığı bir söyleşide bir ara oturduğu koltuktan fırlayarak, söyleşiyi yapan gazeteciye, "Bana bak ahbap, İngiliz antrenörler dünyanın en iyi antrenörleridir", diye bağırmıştı. Maçlardan sonra düzenlediği basın toplantılarında, takım o gün son derece kötü oynamış bile olsa, maçın 'olağanüstü güzellikte' geçtiğini yinelemekten daha öteye gitmeyi hiç başaramadı. Ama zamanla, değişmesi gerektiğini anlamıştı. World Soccer’a yaptığı açıklamada, "Hollandalı gazeteciler, manşet olacak bir haber arayan muhabirlerden çok, futbol yorumcularına benziyorlar. Hepsi kendisini biraz da olsa, antrenör gibi görüyor. Buna uyum sağlamam biraz zaman aldı", demişti.

Yine de Hollandalıların taktiklerine asla tam olarak uyum sağlayamadı. World Soccer muhabirine, "İngiltere'de hemen hemen herkes 4-4-2 oynar. Taktik açısından İngilizler'in sahada ne yapacaklarını kestirmek kolaydır. Ama burada sahaya çıkınca neyle karşılaştığınızı bilmeniz kesinlikle mümkün değil". diye itiraflarda bulunmuştu. "Bazen üzerinize, ortadan hücuma kalkan tek bir geliyorlar, Bazen hiç santrfor kullanmıyorlar, ama kanatlardan hücuma kalkan iki adamları oluyor. Öyle zamanlarda maçın yarısı geçtikten sonra, savunmanın ortasında oynayan ve marke edecek kimseyi bulamayan iki oyuncunuzu nasıl kullanmanız gerektiğini düşünmeye başlıyorsunuz. Robson, hiçbir zaman kendinden emin değil gibiydi. PSV'ye önce 4-4-2 oynattı, sonra 4-3-3, 3-3-4, 5-2-3 ve yine 4-4-2. Robson'ın PSV'deki ikinci sezonunda, takım henüz hiç yenilgi almamışken, genel menajer Ploegsma, "Takımın oyunu bizi düşündürüyor", demişti. Sonra Robson hastalandı ve yerine Arnesen geçti. O andan itibaren PSV her hafta 4-4-2 düzeniyle oynamaya başladı.
PSV yetkilileri Robson'dan söz ederken kendilerini savunur bir havaya giriyorlardı. Ploegsma Voetbali International’a yaptığı açıklamada, "O sırada piyasada çok fazla seçenek yoktu", demişti. "Kendi kendimize ne aradığımızı sorduk. Bizim için disiplin, deneyim ve saygınlık çok önemli değerlerdi. Sonra kimlerin boşta olduğunu araştırdık." PSV, Robson'a teklif götürmeden önce Franz Beckenbauer ve Dick Advocaat’la görüştü. Ploegsma, "Robson taktik veya buna benzer açılardan PSV'ye uygun muydu derseniz, bilemiyorum", demişti. "O sırada bunu düşünmedik. Önceliklerimiz çok farklıydı."
Robson'ın sözleşmesinin bitmesine aylar vardı, ama Ploegsma Hollandalı gazetecilere, sözleşmeyi yenilemeyecekleri sözünü veriyordu, Hatta Robson’a, PSV'den ayrılmak zorunda kalacağını ilk haber veren de Voetbal International oldu. Hollanda'dan ayrıldıktan sonra dergi onun için 'sevimli Britanyalı' ifadesini kullandı ve PSV Başkanı Jacques Ruts'un sözlerinden alıntı yaparak Robson’ın 'bir yabancı' oluşu nedeniyle Hollanda'da bazı sorunlar yaşadığını belirtti. Ruts bunu şöyle açıklıyordu: "Eğer bir İngiliz, 'Korkarım bu konuda bazı zorluklar var', diyorsa, birçok Hollandalı bu cümleyi, 'Yaparım, ama bu iş çok zor', şeklinde yorumlar. Oysa İngiliz nazik bir şekilde bunun yapılmasına 'kesinlikle' karşı olduğunu söylemeye çalışıyordur. Robson’la takım arasındaki ilişkilerde bu tür sorunlar yaşandığını fark ettim." Bu konudaki son sözü, PSV'nin savunma oyuncularından Berry van Aerle söyledi. Nieuwe Revu'ye verdiği demeç aynen şöyleydi "Robson iyi biri, cidden çok iyi biri, ama iki yıl boyunca bana öğrettiği tek şey İngilizce oldu."

"Football Against the Enemy" WHY BOBBY ROBSON FAILED IN HOLLAND

editör: Barış Tut

Not: Kuper'e karşı nötürüz de bu adamdan alıp alıp kendim yazdım demek niye...

Robson'a güle güle diyoruz. Belki de o bize güle güle diyordur; kim bilir.

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails