31 Temmuz 2010 Cumartesi

30 Temmuz 2010 Cuma

Avrupa Kupaları 3. Eleme Turu Üzerinden Avrupa'nın Gol Yaşı

Buldum buldum Avrupa'nın gol atma yaşını buldum. Garip başlığa ilhamı UEFA'nın "Çocuklar oynayabiliyor" değerlendirmesi vermiştir. Haberde Rosenborglu Markus Henriksen(18) ve Baselli Granit Xhaka(17)'nın attıkları birer golle takımlarına büyük katkıda bulunduğu anlatılıyor. Ben de hem bu iki kupada gollerin yaş ortalamasını çıkardım hem de bunun sonucunda Avrupa'nın gol ortalamasını en alta ekledim. Daha fazla gol atan takımı üst sıraya aldım...

Şampiyonlar Ligi 3. Eleme Turu İlk Maç



Avrupa Ligi 3. Eleme Turu İlk Maç


Buna göre Şampiyonlar Ligi 3. Eleme turu için gol yaşı ortalaması 25.10
Avrupa Lİgi 3. Eleme turu için gol yaşı ortalaması 25.20

29 Temmuz 2010 Perşembe

Ah Sergenim Vah Sergenim

Video.
En sevdiğim solağın sırları mı? Futbol nerede oynanıyor. Ses seviyesi biraz düşüktür.

Berngal Kaplanı

Berlin Panteri'nden sonra bu. Ağzındaki dolu dolu küfürlerle seslendirme sanatçılarının işini kolaylaştırsa da kendisini sevmesek de gösterdiği başarı ve olası Paok zaferiyle Şampiyonlar Ligi'ne bacadan girmek zorunda kalmayacak Fenerbahçe. Bir de şu siteden ülkemin kaleci performansının nerelerde üst seviyede olabileceğini görebilirsiniz...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

27 Temmuz 2010 Salı

Beşiktaş'ın En Büyük Başkanı Sensin

Beşiktaş'ın yaptığı hiçbir transfer haberini konu etmedim burada zira çevreme bakındığımda Beşiktaşlı kardeşlerimin geçmişi nasıl kolayca bir kenara attıklarını görmem, şaşırmam ve dolayısıyla üzülmemden kaynaklanıyor bu davranış. Beşiktaş'ın başkanına karşı tavır alırken mesleğini ön ek olarak kullananlar veya dillendiremeseler de içlerinden geçirenler şimdilerde "yetmez başkan" diyebiliyorlar ve Beşiktaş başkanı da öğretmen edasıyla koskoca adamları susturmaya çalışıyor. Bu ay, Beşiktaş başkanı hakkında tek bir söz yazmama kararı almıştım ama yeminimi bozdum. İki ayda hipnozun kralını yapan insan Beşiktaş tarihinin en büyük başkanıdır. Bundan sonra Beşiktaş'ı Ekvator çizgisinin altına düşürsen dahi ağzımı açarsam namertim...

Horto Magiko'ya

Bize aşağıdaki kelimeleri yazdıran link budur.
O sezon, her anlamda mükemmeldi. İlkokulda olmama rağmen derslerimiz boş geçiyordu. Okuldan ödevsiz gelmenin ferahlığıyla iyiden iyiye sokak çocuğu olmuştuk. Üstüne bir de kenti saran siyah-yeşil eklendi mi, değmeyin keyfimize. Herkesin ikinci takımıydı Kocaelispor ama sokak kabadayıları ortamdan pay kapmak için birden Kocaelispor'a gönül verdiler. Belki yaşadığım sokakla ilgilidir ama altını kazısanız çoğu Beşiktaşlıydı. O yaşta biri stadyuma hangi sıklıkla giderse ben de aynı oranda İsmetpaşa'ya gidiyordum. Zaten dokuz buçuk yıllık küfürsüz hayatımda kulağıma gelen şu tezahürat “Bahçelerde kereviz….” dibinizdeki ebeveyn etkeniyle gamzelerimden* lavları akıtmaya yetiyordu. Yazı da bundan sonraki ömrü de kelebek…
İnsanın yıllardır doğru olarak bildiği bir şeyin yalan olduğunu öğrenmesi pek acı olabiliyor. 92-93 sezonunu nerede görsem zihnime zaman ayarlı bir zehir salınıyor.
Nisan 93…

Herkesin meşhur bir arkadaşının evinde bilgiyi Euro 92 oynayarak saydırıyorduk. Hava kapalıydı, kapalı olamayabilirdi de ama sokakta kornaların gürül gürül kulaklarımıza aktığından eminim. Tesadüf bu ya o gün de Kocaelispor ile Fenerbahçe karşılaşacaktı. Arkadaşımın annesi olayı “Kocaelispor yendiği için arabayla geziyorlar”a yordu. Ortamda Fenerbahçeli olmadığı için epeyce sevindik! (Kusura bakmayın o yaştaki çocuk için bunlar gayet normal). Benim aklımda da hep o şekilde kaldı bütün hadise. Milliyet arşivlerinde gezinirken Kocaelispor’un Fenerbahçe’ye 4-0 yenildiği haberine rast geldim. Lakin anılarımdaki sevinç ne diyeydi? Zira Fenerbahçeliler şampiyon olduklarına iki dakika sevinmişken benim 17 yıllık eğlence aracım nasıl açıklanabilirdi. Gazetenin tarihi 3 Mayıs 1993 idi. Ama ben, maçın kesinlikle Nisan ayında oynandığından emindim. Çünkü belirleyici bir zaman kırılması aklıma batmıştı. Maçın asıl tarihi 17 Nisan 1993 idi ve maçların ertelenmesinin nedeni benim de zaman kırığımın orjini olan Turgut Özal’ın vefatıydı. İşte o zaman insanın yanaklarından yine lav fışkırması gerekmiyor mu? Yine başkaları adına utanma zaafiyeti…
Soru belli. O kornalar niye çalındı?

*Gamzem yoktur. Varsa da Bulldog yanaklarımdan ötürü ben bilmiyorum.

Martin O'Neill'dan Neil Lennon'a

Neil’la güzel bir yaz sabahında, kendi evi Lurgan’dan çok da uzak olmayan yerde ilk defa karşılaşmıştık. Menajerlik kariyerimin daha ilk basamağındaydım ve o da, Manchester City zamanından kalma sırt sakatlığının gölgesinde, Crewe Alexandra için ter dökerek futbol kariyerini yeniden inşa etmeye çabalıyordu. Kendisine hayat boyu şans diledim ve oradan ayrıldım. Neil Lennon da sıkıntıları da aklımın ucuna gelmedi. Yıllar sonra kendisine teklif yapacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Leicester City bana emanetti ve asistan menajerim John Robertson’la birlikte Stockport’a gitmiştik. Ağıldan pek de farkı olmayan bir yerde orada sürekli oturan birini Premier League kulübü Coventry City yerine bir alt ligde oynayan Leicester City’e gelip, takımı üst lige çıkartmaya yardımcı olması için ikna etmeye çabalıyorduk. Odanın köşesinde birkaç fare görmüştüm ama muhtemelen yüksek volümlü Oasis müziklerinden sağır olmuşlardı ve yerde duran ton balıklı sandviç parçalarına arzulu bir şekilde bakıyorlardı. Yardımcımla birlikte kararlıydık; İrlandalı kızıl saçlı tıknaz adam bize evet diyene kadar oradan ayrılmayacaktık. Fareler sandviçi bitirip bitirmedi mi bilmiyorum ama tıknaz kızıl Leicester’a gelmeye karar vererek benim pastırmalarımı kurtarmış oldu.
Akabinde ki dört sene boyunca Filbert Street’de kazandığı toplarla, oyunuyla, kelimeleriyle ve genelde mükemmel performansıyla devasa bir hükümrandı. Takım arkadaşlarının ona taktığı isimle “Lenny” hem saha içinde hem de saha dışında insanlar üzerinde ivedi ve derin etkiler bırakabiliyordu. Her bir Leicester taraftarının onun mükemmelliğine tanıklık edeceğine eminim. Lennon’ın ayrılmasından sonra kulübün de istenilen başarılara ulaşamaması belki de
bunun kanıtıdır.
Takımı 2000 yılında bıraktım çünkü Celtic’in teklifi reddedilemez boyuttaydı. Yoldaşımı Celtic’e kazandırmak için eski kulübüme yüklü bir teklif sundum. Çeşitli nedenlerden dolayı o senenin Aralık ayına kadar kendisini kadromuza katamadık. Sonunda beş milyon yedi yüz elli bin sterlinle artık bizdeydi. Kendiyle birlikte çıktığımız ilk maç soğuk bir Dundee gecesine rastladı. Maçı güç bela kazanmıştık.* Ve ertesi gün memnuniyetsiz bir muhabir Neil Lennon’ın alınması için neden bu kadar istekli olduğumu öğrenmek istiyordu. Sanırım tıknaz kızılın beş buçuk yılda yaptıklarından sonra bazı şeyleri anlamıştır muhabirimiz. Lennon Leicester’da ne yaptıysa daha fazlasını sevgilisi Celtic’e vermiştir.
Tartışma ve Lennon kaçınılmaz biçimde birbirine bağlıydı ama geçmişine baktığınızda Glasgow’daki potansiyel sıkıntılar hiç de uzak sayılmazdı. Bazı durumlarda Neil masum bir arkadaşınız olmayabilir. Paul Lambert, Chris Sutton, Alan Thompson, John Mjalby ve Henrik Larsson’la dolaştığı geceler olaysız geçmiyordu. Ertesi sabah idmanda şu soruyla muhabbette başlıyordum. “Dün gece, neredeydin Lenny? İşin içinde sen de var mıydın?”. Cevabı ise genelde “Müdür, yok öyle bir şey” oluyordu ama cümlenin arkasına “Pekala, hepsi benim suçum değildi…” ekleniyordu. Bir oyuncunun aldığı ölüm tehditleriyle her şeyini verdiği milli takımını bırakması ne kadar üzücü bir gelişmeydi. Ondan çok memnunum ve inanılmaz bir karaktere sahip biri-bunun kendisini on yılı aşkın bir süredir takip eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim. Annesi Ursula ve babası Gerry’e de şükran sunmalıyız, onlar da çoğu ebeveyn gibi çocuklarıyla mütemadiyen gurur duyuyorlar. Lennon’la birlikte kulübün kısacık tarihinde beraber olduk ve kendisinin gerçek bir Bhoy olduğunu düşünüyorum.

* Burada hata var gibi zira maçları kontrol ettiğimde Neil Lennon ilk maçını Dundee maçından 9 gün evvel oynamıştır ve o karşılaşmada Aberdeen'i 6-o yenmişler.

Bire bir çeviri değildir...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Ekşi Sözlükten İnci Sözlüğe Büyük Çalım


Kayıtları izlerken bir detay yakaladım. Görünce zaten gözlerime inanamadım. İki sözlükte de hesabım yok. Aralarındaki rekabeti izlemek hoşuma gidiyor. İncicilerin bu görüntüyü aşması için Hıncal Bey'in görev çubuğunda inci sözlüğü resmetmeleri gerekiyor. Ama kendileri her şeyi yapabilir.
Futbolun dışına çıktık ve belki bundan sonra yine çıkarız...

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Basılı Gazetenin Altındaki Habere Yorum Bırakan İnsanlar


Bir fantaziydi. Yapmasam patlardım. İçerik önemsizdir. Varsayalım Dostlar Kahvehanesi...

Seleçao Bu Adama Emanet Gibi Gibi

Muricy Ramalho 1973 yılında Sao Paulo ile Brezilya liginde oynamaya başladı. Burada çıktığı 177 maçta takımına 26 gol kazandırdı. Uzun saçlarıyla ve güzel futboluyla dikkat çeken Ramalho o dönemlerde Pele’nin halefi olarak gösterildi.
Futbola çocuk yaşta sevdalanan Muricy, 1965’te babasının arkadaşı Valdemar Carabina tarafından Sao Paulo kulübüne götürülür. 16 yaşında bir zamanlar milli takımı da çalıştırmış Oswaldo Brandao yönetiminde profesyonel takım antrenmanlarına çıkmaya başladı. Bundan tam 2 yıl sonra, Pontagrossense’deki birkaç aylık kiralama sürecini geçirmesinin ardından, Union Bandeirante ile oynanan hazırlık maçında, 22 Ağustos 1973’te ilk kez tri-color formasını giydi.
İlk resmi maçı ise 10 Kasım 1973’te Coritiba karşısında Brezilya Şampiyonası’ndaydı.
Akabinde fiziksel olarak da gelişmesine paralel olarak beyanatlarında kendine duyduğu güveni “Bu sene neler yaşanacak hepiniz göreceksiniz”, “75 model Muricy” cümleleriyle vurguluyordu. Sözlerinin doğruluğunu 1975 yılında, Sao Paulo ile eyalet şampiyonasını kazanarak teyit etti. Turnuvada 4 gol atmasına rağmen en iyi oyunculardan biri olarak gösteriliyordu.
Portuguesa ile oynanan bir maçta ilk kez oyundan atılıyordu. Maçın hakemi Dulcido Wanderley maçtan sonra yaptığı açıklamada Muricy’nin Dica’ya değmediğini ama rakibine doğru gelişindeki sertlikten dolayı kırmızı kart çıkardığını söylüyordu. Ramalho soyunma odasına gitti ve arkadaşlarının sevinç nidalarını duyana kadar hüngür hüngür ağladı. Muricy faul yaptığı Dica’dan özür dilemek için rakibinin soyunma odasına gider ve orada Portugueasalı oyuncunun önemli bir şeyi olmadığını görünce kendisine sitemde bulunur.

O sıralarda uzun saçları sebebiyle hocası Poy tarafından eleştirilmektedir ve kıldan bir münakaşa çıkar. Sonuncunda on gün boyunca antrenmanlarda bulunmaz. Döndüğünde saçını daha da kesmemeye karar verir. 2008’de şu sözleri duyarız kendisinden. “Saçlarım uzundu ama vahşi değildim. Hiçbir zaman asi olmadım ve hocalarımın kurallarına riayet ettim”
1976’da takımından kopuş süreci başlar. 18 Mayıs’ta bir eyalet şampiyonası maçında dizi döner. 1977’de yaşanan bu üzücü gelişmenin ardından yaklaşık on üç ay sonra formasına kavuşur. 1979 yılında Meksika takımı Puebla’ya geçer ve Brezilya Milli formasını Dünya Kupası’nda giyememiş bir oyuncu olarak 30 yaşında futbolu bırakır…
Antrenörlük kariyeri ise 8 yıl sonra futbolu bıraktığı takımla başlar. Bir yıllık stajın ardından Tele Santana’nın yardımcısı olmak üzere Sao Paulo’ya geri döner. Efsane teknik adam işinin başında olmadığı zamanlarda takımı kurar. Tele Santana’nın felç olması nedeniyle sorumluluk üzerine kalır lakin altı ay geçmeden Carlos Alberto Parreira ile yer değiştirir. 97’de takıma geri döner ama görevinde çok az bir süre kalabilir. Sonraki senelerde Santos ve Flamengo haricindeki bütün büyük takımlarda teknik adamlık rolünü kapmıştır. Kısa bir süreliğine yurt dışına çıkar ve Shanghai Shenhua’yı çalıştırır. 2006’da yine ilk göz ağrısına döner ve Sao Pauolo’yu üst üste 3 kez şampiyon yaparak Brezilya rekoru kırar.

Bu kaderi Fatih Terim’le eşleştiriyorum zira Terim futbolculuk zamanında şampiyonluk yaşayamazken Galatasaray’a 4 yıllık bir rekor kazandırmıştır. Ramalho da teknik olarak 1977’de şampiyonluk yaşasa da sakatlığı sebebiyle o sezon bir tek maç bile oynayamaz. Sonrasında med-cezir ilişkilerinin tavan yaptığı tri-color’u Brezilya’nın tepesine zımbalar…
Sao Paulo’yu çalıştırdığı süreçte kalesini efsane Rogerio Ceni’ye emanet ederken önündeki dörtlüyü olabildiğince sağlam adamlardan kurdu. Takımları çoğunlukla ligin en az gol yiyen ekibi oldu. Hafızam beni yanıltmıyorsa oyunu daha çok kanatlardan kurmaya özen gösteriyordular. Orta saha elemanlarında hem top kazanma hem de pas yapabilme özelliğini aradığını düşünüyorum. Meşhur Hernanes’i Seleçao’da çokça görebiliriz. Eğer Ramalho’nun alışkanlıkları devam ediyorsa Brezilya’da irice bir hücum elemanı rol alabilir. Kadroda pek fazla değişiklik yapmıyor. İlk on birine aldığı oyuncu sakat veya cezalı değilse formunu da belirli düzeyde tutarsa yeri değişmez gibime geliyor.
Neticede Dunga’dan daha kariyerli bir seçici ve ev sahibini kendi ülkesinde ben bile çalıştırsam şampiyonanın en büyük favorisidir…

*Yüzde yetmişi wikipedia çevirisidir. Birebir çevirmeyi sevmediğimden ana metinle farklılık olabilir.

23 Temmuz 2010 Cuma

General Erdoğan Land-ry


Ne demiş?
Galatasaray'ı kastederek "Başkaları gibi TOKİ'ye ihtiyacımız yok"...

Ortada hiçbir sorun yok iken SG-1'ın generallerinden tonton amcamız Landry'i canlandıran Beau Bridges'e benzetttiğim Erdoğan Toprak böyle buyurmuş. Kötü niyetle de söylese iyi! niyetle de söylese benim için suları bulandıran bir beyanat...
Şimdi biri kalkıp da demagojinin dibine vurup, TOKİ'den 100 tl taksitle ev almaya çabalayan yurttaşı da kastettiğini öne süremez mi?
İyisi mi sonsuza kadar bu polemiklere girmeyin...

22 Temmuz 2010 Perşembe

Uefa Kupası Dış Saha Rekortmenleri

Üçüncü dakikada gelen gol ve 22 tondaşla dolu maçı, futbolu kutsama adına göz ucuna bırakıp, acaba takım rekor kırar mı diye yüreğinizi pırpır ettiriyorsunuz. Beşiktaş’tır neleri kırmadı bunu da kırar inancı benliğinizi kaplıyor lakin tüm bunların temelinde bilgi sahibi olmadan fikrin hoşluğuna kapılmak var. Tabii 100 dakika sonunda karşınıza çıkan tablo, kırk fırın ekmek yiyerek aptallaşmanıza sebebiyet veren en güzel besin…
Muhtemelen 80 yaşımda da bu kupaya Öğrapa Lik yerine Uefa Kupası diyeceğimden beni mazur görün. Organizasyon 40. yılını kutluyor. İlk yirmi yılda 4 tane sıra dışı skor var. İkinci 20 yılda 6 adet. Birinci yirmiliğin asgariliğinde takımların birbirlerine denk olması en büyük etken. Bazı örümcek yazarların tabiriyle ikinci yirmilikte ıvır zıvır takımlar doldu. Bunların membası da Andorra. Lokanta takımı çakma Real Madrid Principat da burada başı çekiyor. Oyuncuların aldığı para yedikleri gollerin hesabıyla denkleşmediğinden, mütemadiyen mırıldandıkları Mintaxla canım mintaxla melodisini kulüp marşı yapmışlar…
Siz bu satırları okurken listemize 9. sıradan giren Bosna Hersek temsilcisini kutluyoruz…

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Beşiktaş'a Doğum Kontrol Hapı



Nedir bu şanssızlık? Doping olmasa ikişer üçer tane vereceksin...

Arnavut Ciğeri ya da Lorik Cana ya da Üzülmeyi Bırakıp "Bomba Transferi" Sevmek

Özel kelimelerinizi dans ettireceğiniz bir karakter transfer etti Galatasaray. Bu yüzden uzun uzadıya yazmak lazım efendim. Size doğum yeri vs bahsetmeyeceğim. Hesabımız özle, çekirdekle…
Lyon’un Fransa’daki dominant duruşu bana Ligue 1’in kapısını çok uzun seneler önce kapatmıştı. Yaklaşık 2 yıl önce, Fransa ligi mecburiyetimizden dolayı futbolcularla ve geçmiş performanslarıyla ilgilenmeye başladık. Aklımızın bir köşesine mıhladığımız bir dolu futbolcu oldu ama Lorik Cana gibi paslanmayanı çok azdı. Menajerlik oyunlarında “influence” kısmına yirmi bir koysanız Monaco kumarhanelerinde hile yapmış sayılmazsınız. İngiltere performansından ziyade eski bir Galatasaraylı’nın ve de üstüne üstlük hücuma öncelik veren Eric Gerets komutasındaki kumandanı anlatmamız gerekiyor paragraflarda.
Önce Dean, arkasından Gheorge ve son olarak da Lorik. Üçlüyü, kendi dönemlerinde, uykuya dalmadan oluşturduğum bir nevi pre-rüya on birime alırdım ve hepsi de Avrupa yakasının çatallı büyüklerinden renkli olanına gitti. Böyle adamlar geldiği sürece takımcılık yapmayı defterden çıkartmak gerekiyor; en azından futboldan gerçek zevkler damıtmak istiyorsanız...
Galatasaraylılar koltuklarından yeşil zeminin eskidiğini fark edebileceklerdir. Bu yıpranma daha çok kendi sahalarında olacaktır. İşaret parmağıyla arkadaşındaki topun bir yoldaşına gönderilmesini isteyecek veya manşet yapmaya ramak kalan ellerinin ucu ayaklarını gösterecektir. Yani Lorik topun kendisine bulaşma ihtimalinde, saklambaç oynayanlardan değil. Kaleciden forvetine kadar buyurgan tavırlarına olumlu yanıt alamadığı takdirde epeyce köpürebilir. Takım arkadaşlarının da bu özelliğine alışması için zaman gerekecek. Özellikle Neill ile ilişkilerini merak ediyorum. Eğer birbirlerine üstünlük kurma çabasında olmazlar ise sinerjinin ne demek olduğunu yani iki adamın aralarındaki bağ ile üç âdemoğluna dönüşmesini hep birlikte gözleriz. Defans olarak da faydalanabileceğiniz bir adam ama Kewell’ın Hamburg performansından bir tık fazlasını beklemek en doğrusu olacaktır. Genelde stoper topla oyun kurmaya çıktığında onun yerine çabucak yama yapıyor. Takımda da şu anki oyuncu seçenekleriyle bu potansiyelde, Lucio olmadığına göre, Servet Çetin var. Servet Çetin’in hamleleri de oyun kurmaktan öte top sürme ve çalım üzerine olacağı için olası top kaybında eğlenceli tartışmalar izleyebiliriz. Buradan kavga anlamı çıkartmayın. Lorik Cana’nın sarı kart riski çok yüksek ama bu ülkede 3 formaya pek kolay kart çıkmadığından aşırı derecede olumsuz bir etken olmayacaktır. Ancak şartlar alışılageldik biçimde olmazsa kartların ardından sahada mutedil Cana ile karşılaşacağız ve sert tabiatlıların oyun karakterlerinde pasifleşmenin pek de iyi olmadığı aşikâr. Top kazanma konusunda bir Aurelio performansı yakalayamaz ama bu sayı maç başına dördün altına düşmez. İleri çıkma seanslarında takımın karakteri, oyunun gidişatı belirleyici olacaktır. Kornerlerde zaten 186 santimetrelik bir adamı rakibin tehlikeli bölgesine koymamak ahmaklıkla eşdeğerdir. (Evvelki cümlede kendimi TRT spikerlerinin boy takıntısıyla eş tuttum kusura bakmayın sanki maçları Sultan Kösen’e anlattırıyorlar. Pişkin pişkin 1700 milimetrelik adama kısa diyorlar.) Mutlaka 2 tane de şut çeker. İki tanesinden birinde “keşke Sabri vursaydı” denecektir.
Başlarda belirttiğim topla haşır neşir olma çabalarını sakın oyun kurmak anlamında algılamayın. Yaptığı paslar daha çok “mekik paslar” Türkçe meali “al gülüm, ver gülüm”. Belki derin pas denemesinde bulunabilir. Topu ayağında iki saniyeden fazla tuttuğunda bilin ki takımınızda sıkıntı vardır ya da rakip tam saha baskı yapıyordur. İşte tam da burada Galatasaray’da nasıl oynatılacağını merak ediyorum lafı cuk oturacaktır yazıya. Marsilya’da 4-2-3-1’in ikilisinde savunma simgesiydi. Yanında genellikle topla dostane adamlardan Cheyrou’yu görmekteydik. Ve de bu da işini oldukça kolaylaştırıyordu. Defansın önünde yalnız kalırsa verimi düşecektir. Yani Galatasaray bu adamın yanına siniri alınmış, GDOsuz Emre Belözoğlu bulmak zorundadır. Neticede Galatasaray Arnavut ciğerini transplantasyonunu gerçekleştirmiştir ve Lugano kaldığı takdirde de Uruguaylı’nın pabucunun hedefi damdaki kızgın kedidir; böylece ciğer mütemadiyen mundar gözükecektir.

6 Temmuz 2010 Salı

Yarı Final "Geri Dönüşün Kralları, Goller, Uzatmalar"

"Geri dönüşün kralı" lakabını 2008 performansından sonra Türkiye kadar hak eden hiçbir ülke yoktur. Aksini düşünen varsa kesin Liverpoollu'dur. Zira Fatih Terim’in İstanbul’daki Milan-Liverpool finalinde, yorumcu olarak kesin ifadeler kullanması da bizim başarımızda “ders almanın” ehemmiyetini vurgulamaktadır.
Yarı finaller tarihinde kısır sonuçlara alışkınız. 30 tane yarı finalimiz oldu şimdiye değin.
2006’da bir uzatmamız vardı. 2 maçta toplam 3 gol gördük. 2002’de 2 gol. 1998’de bir seri penaltı atışına giden maç ve 5 gol, Fransa’nın 1-0’dan maçı çevirmesi. 1994’de 4 gol. 1990’da seri penaltı atışlarına giden 2 karşılaşma ve 240 dakikada atılan 4 gol. 1986’da toplamda 4 gol. 1982’de Almanya’nın Fransa karşısında 3-1’den maçı beraberliğe getirmesi ve 2 maçta atılan 8 gol. 1970’de İtalya’nın uzatmaya giden maçta 2-1’den skoru 4-3’e getirmesiyle atılan 11 gol. 1966’da 6 gol. 1962’de 10 gol. 1958’de İsveç Hans Schaefer’in golüne Skoglund, Gren ve Hamrin’le karşılık verip geri dönüş gerçekleştiriyor, iki maç toplamında 11 gol görüyoruz. 1954’de uzatmaya giden bir maç ve toplamda 13 gol. 1938’de İsveç’in bir golle öne geçmesine Macarlar 5 adet zarfla cevap vererek yarı finaller tarihinin ikinci geri dönüşünü yapıyor, diğer maçta da 3 gol atıldığından elde var 9 gol. 1934’de 5 gol. 1930’da ise Yugoslavya’nın bir golüne geri dönüşün ilk hükümdarı Uruguay 6 golle cevap veriyor, Arjantin maçında da 7 gol olduğundan 14 gole ulaşılıyor.
Şimdi Z raporunu alalım. Penaltı atışlarının uzatmayı da içerdiğini kabul edince tam 7 adet uzatmamız var. Bunlardan dördü penaltılara kalıyor. Tam 5 adet geri dönüşçümüz var. Turnuvayı 2 eşit parçaya böldüğümüzde ilk 9 parçanın (ki birinde yarı final diye bir şey yoktu) sadece 2 tanesinde, o turnuvadaki gol ortalamasının altında kalan yarı final müsabakaları oynanmış. Diğer 9 parçada(2 tanesinde yarı final diye bir şey yoktu) sadece İspanya 82’de turnuvanın gol ortalamasının üzerine çıkılmış bir yarı final serisi var. 1982’den sonra gerçekleşen 6 turnuvada sadece bir geri dönüşe rastlıyoruz. Defansların kapalı olmasının doğurduğu bir sonuç. Bu turnuvada, çeyrek finallerde gol ortalamasının 0.3 üzerine çıkıldı ama ikinci dokuzluda da buna benzer bir tablo söz konusu.
Çeyrek finalin ilk günü aldığım hazzı 2008’den beri alamamıştım. Ne Şampiyonlar Ligi doyurdu beni ne de başka bir şey. Dünya Kupası’nın yerini hiçbir şey tutmuyor. Onun için lütfen hikayesi olan maçlar oynasınlar, 1-0’dan zor hikaye çıkartılır…

İşini Ciddiye Alan Televizyoncuya Şampiyonluk Tüyosu

İşini ciddiye alan televizyoncu, Pazar günkü büyük finale dair tanıtımlarını şimdiden hazırlamaya başlasa, gönlündeki takımın da kaybını hesap edip 4 farklı kaset hazırlamak zorundadır. İspanya-Uruguay, İspanya-Hollanda, Almanya-Uruguay, Almanya-Hollanda.
Şampiyon için bir kaset hazırlamak isterse hangisini seçmelidir. İşini milyarda bir kolaylaştırabilecek bir şeyleri torbamızdan çıkaralım…
Şimdiye kadar şu 4 takımın galibiyet, beraberlik ve mağlubiyet sayılarını hatırlayalım.
Hollanda 5 galibiyet 0 beraberlik 0 mağlubiyet
Uruguay 3 galibiyet 2 beraberlik 0 mağlubiyet
Almanya 4 galibiyet 0 beraberlik 1 mağlubiyet
İspanya 4 galibiyet 0 beraberlik 1 mağlubiyet

Bir koldan gelecek takımın bir mağlubiyetinin kesinlikle var olacağını biliyoruz. İkinci koldan gelen takımın da mağlubiyetsiz geleceği garantidir. Dolayısıyla şimdiye kadar oynanmış 18 finalde şampiyon olmuş takımlara baktığımızda sadece 3 tane takımın turnuvada bir mağlubiyet almasına rağmen şampiyon olduğunu görüyoruz. ( Şu anki sistemde maksimum mağlubiyet sayısı 2’dir. Bu da sadece gruplarla sınırlı kalmaktadır. İlave olarak en altta sanal sonuçlarla 2 mağlubiyetle dahi gruptan çıkıp şampiyonluğa ulaşan takım görürsek İtalya’nın 1982’de gruplarda aldığı 3 beraberliğin ardından şampiyonluğa ulaşması bir daha hatırlanmaz)
Bunlarda da 1954 ve 1974’de Almanya, 1978’de Arjantin’dir. İki takım da gruplarda birer kez mağlubiyet almalarına karşın finalde rakiplerini devirmişlerdir. 3 sayısını 18 turnuvaya oranladığımızda karşımıza yüzde 16.67’lik başarı çıkıyor ama bu yılki devrik koldan gelen Almanya ve İspanya’nın bu düşük oranını dengeleyen şey ise rakiplerinin Hollanda olma ihtimalidir. Çünkü tam 2 kez, turnuvada mağlup olmuş bir takıma final kaybeden iki ülkeden biridir. Diğeri Macaristan.
Şu sayılarla bir şey yapmaya kalksak.
Almanya’nın çarpı ikisi
Hollanda’nın da bölü ikisi
The televizyoncuya yardım edebilir…

2 Mağlubiyetle Nasıl Şampiyon Olunur?
A, B, C ve D takımları
A-B=1-0
C-D=1-0

A-C=1-0
D-B=1-0

A-D=1-0
B-C=1-0

A 3 galibiyet, 0 beraberlik, 0 mağlubiyet
B 1 galibiyet, 0 beraberlik, 2 mağlubiyet
C 1 galibiyet, 0 beraberlik, 2 mağlubiyet
D 1 galibiyet, 0 beraberlik, 2 mağlubiyet

2 takımın çıktığı grubun, bu şekilde bitmesi gerekir...

Terim the Bahriyelim

2010-11 okyanusuna yelken açalım...
Related Posts with Thumbnails